Menar Tefsirine Giriş - rahle.org

Menar Tefsirine Giriş - rahle.org

Menar Tefsirine Giriş


Facebookta Paylaş
Tweetle

Muhammed ABDUH & Reşid RIZA

 

Kur'an tefsiri hakkında konuşmak kolay bir iş değildir. Belki de bu, işlerin en zorlarından ve en önemlilerindendir. Ancak her zor olan şey terk edilmez. İşte bu yüzden insanların onu talep etmekten geri durmaları uygun değildir. Zorluğun nedenleri çoktur. En önemlisi Kur’an’ın, künhüne vakıf olunamayan rububiyet makamından, peygamberlerin en mütekâmil olanına indirilmiş semavî bir kelam olmasıdır. O, yüce bilgiler ve üstün konular içerir. Öyle ki, onu ancak temiz kişilikli ve arınmış akıl sahipleri anlamaya vakıf olabilir.

Kur'an'ı anlamak isteyen kişi, önünde önce kemal makamından iki yakasına yapışan heybet ve celal ile karşılaşır. Öyle ki, bu durum neredeyse onu anlamasının önünde bir engel olur. Ancak Allah (cc) kelamını anlamayı ve akletmeyi emrederek bize bu işi kolaylaştırdı. Çünkü O (cc), kitabını; nur, hidayet ve insanlar için şeriatlarını ve ahkâmını açıklayıcı olsun diye indirdi. Bunlar ise ancak insanlar kitabı anlarlarsa olur.

Bizim talep ettiğimiz tefsir tanımı, insanları dünya ve ahiret hayatlarında saadete eriştirecek olan din olması hasebiyle kitabı anlamadır. İşte Kur'an tefsirinde en yüce gaye budur. Bunun ardındaki tüm konular bu asıl hedefi elde etmek için hizmet eden birer araç ve vesiledir.

Kur'an'ı tefsir etmede farklı metodlar kullanılmıştır. Birincisi: Kitabın üsluplarını, manalarını ve içermiş olduğu belagat çeşitlerini incelemekle olur. Bu, sözün yüceliğini ve kendisi dışındaki sözlerden ayrıcalığının bilinmesi içindir. Zemahşerî bu metodu benimsemiş, bunun yanı sıra başka konulara da değinmiştir. Kendisinden sonra gelenlerin bir kısmı da onun bu metodunu devam ettirmiştir. İkincisi: Kur'an İ'rabı (söz dizilimi ve yapısı); bir grup ise bu konuyu önemsemiştir. İ'rabın çeşitlerini açıklamaya ve lafızların içermesi muhtemel anlamlarına gereğinden fazla yer verdiler. Üçüncüsü: Kur'an kıssalarını inceleme; bir grup ise bu konuya eğilmiştir. Tarih ve İsrailiyat içerikli kitaplardan dilediklerini Kur'an kıssalarına eklediler. Bu kimseler ehl-i kitabın ve diğer din mensuplarının güvenilir addettikleri Tevrat ve İncil gibi kitaplara da önem göstermediler. Aksine sağlam-zayıf ayırt etmeksizin, şeriata muhalefet edip etmediği ve akla uyup uymadığını gözden geçirmeden onlardan her işittiklerini aldılar. Dördüncüsü: Kur'an'da anlaşılması güç olan kelimelerin açıklanması (Garib-ul Kur'an). Beşincisi: İbadet ve muamelatla ilgili hükümler ve bunlardan hüküm çıkarma. Bir kısım âlim de hüküm ayetlerini toplayarak sadece bu ayetleri tefsir etmiştir. Ebubekir İbn Arabî onların en meşhurlarındandır. Tefsirlerinde fıkhî yöne ağırlık vermiş olan diğer müfessirlerde bu sınıftandır. Onların muamelat ve ibadet hükümleriyle alakalı ayetlerin tefsirine verdikleri önem diğer ayetlere verdiklere önemden daha fazladır. Altıncısı: İnanç esasları hakkında, yoldan çıkmışlarla mücadelede ve karşıt görüş sahipleriyle tartışmada söz söyleme. İmam Fahruddin er-Razî'nin bu tür tefsire ilgisi büyüktür. Yedincisi: Vaazlar ve kalbi yumuşatıcı öğütler. Bu tarz tefsire düşkün olanlar Kur'an'ın vaaz ve irşatlarıyla, abidlerin ve tasavvuf ehlinin hikâyelerini birbirine mezcetmişler ve yapmış olduklarının bir kısmıyla Kur'an'ın koymuş olduğu edeb ve fazilet sınırlarının dışına çıkmışlardır. Sekizincisi: İşarî olarak isimlendirdikleri tefsir: Bu tür tefsir hakkında insanlar, sufilerin sözleriyle batinîlerin sözlerini birbirine karıştırdılar. Muhyiddin İbn Arabî'ye nisbet etmiş oldukları tefsir bu nevidendir. Hâlbuki bu tefsir meşhur batinî Kaşani'ye aittir. Bu kitapta Allah'ın dininin ve aziz kitabı Kur'an'ın kendisinden beri olduğu eğilimler vardır.

Anladım ki bu konulardan birine gereğinden fazla eğilme, birçoklarını ilahî kitabın hedefinden dışarı çıkarır ve onları, kitabın asıl anlamını unutturan yollara götürür. İşte bunun için bizim önemsediğimiz tefsir, daha önce de bahsi geçmiş olan tefsirdir. Yani din olması; Allah'tan âlemler için hidayet olması açısından kitabı anlamadır. Bu dünya hayatında insanların işlerine uygun düşecek olan şeylerin açıklanması, ahiret hayatında da kendisi ile mutlu olacakları ve hiçbir şüphe duymaksızın tabi olacakları şeyleri bünyesinde toplayan bir hidayettir. Belagat yönlerinin açıklanması mananın taşıyacağı ölçüde, Kur'an İ'rabının (söz dizilimi ve yapısı) ise onun belagatına ve fesahatine yakışır bir şekilde yapılması gerekir. Bunlara ihtiyaç duyulduğunda başvurulmalıdır. Mesela müşkil addettikleri meselelerin çözümünde olduğu gibi.

Günümüzde birileri çıkıp şöyle diyebilir: Kur'an'ın tefsirine ve incelenmesine gerek yoktur. Çünkü geçmiş dönem âlimleri Kur'an'ı ve sünneti tetkik etmişler ve o ikisinden hükümler çıkarmışlardır. O halde bize düşen, onların kitaplarına bakmak ve bunlarla yetinmektir. Evet, bazıları böyle iddia ettiler. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Kur'an'ı tefsir etmeyi istemek abesle iştigal ve vakit öldüren anlamsız bir iş olurdu. Bu söz -her ne kadar fıkhın değerini yükseltiyor gibi görünse de- Hz. Peygamber'den, yaşayacak olan son mü'mine kadar ümmetin icmasına aykırıdır. Bir Müslümanın aklına nasıl böyle bir şey gelir, anlamıyorum? Fıkıh olarak isimlendirilen amelî hükümler Kur'an'da en az değinilen konudur. Bunun yanı sıra Kur'an'da, Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselerin bigâne kalamayacakları; ahlâkı güzelleştirici, ruhları saadete eriştirecek, onu cehaletin karanlıklarından marifetin zirvesine ulaştıracak ve toplumsal hayat yoluna yöneltecek şeyler vardır. İşte bu hakiki fıkıh olarak isimlendirilmeye daha uygundur. Böyle bir yönlendirme, Kur'an'da ve onu kaynak edinen -İhya-u Ulumuddin gibi- ki bu kitabın ahlâk ilminde yeri büyüktür, dışında hiçbir kitapta yoktur.  Ancak Kur'an'ın, onu anlayan kimseler ve hakkıyla tilavet eden kalpler üzerindeki etkisiyle hiçbir kelam boy ölçüşemez. Bununla birlikte onun birçok hikmetinin ve marifetinin üzerinden örtüler kaldırılmamış, bunları ne bir âlim ne de bir imam açıklamamıştır.

Müslüman âlimler şöyle söylemiştir: Kur'an kıyamete dek beşerin her bir ferdi üzerine hüccet olarak kalacaktır. “Kur'an senin lehine veya aleyhine bir hüccettir…” hadisi de bunun delillerindendir. Bu ise ancak onu anlamak, hikmet ve hükümlerinden elde etmekle olur. Allah Kur'an'la nüzul dönemindeki insanlara hitab etmiştir. Ancak bu hitab onların şahıslarına özel değil, Kur'an'ın hidayeti için inmiş olduğu insan nev'inin birer ferdleri olmaları hasebiyledir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” (Nisa: 1)

Biz Allah'ın bu sözünü anlama gayretinde bulunmaz, kendisine ne icmali ne de tafsili olarak ittiba etmemiz hususunda Allah'tan vahiy gelmemiş olan bir Kur'an araştırmacısının sözüyle yetinirsek, Allah'ın bizden razı olacağı düşünülebilir mi? Âlim olsun, cahil olsun takati ölçüsünce kitabın ayetlerini anlamak her insan üzerine vaciptir.

Kur'an tefsiri hakkında eğitim almamış birinin Allah'ın şu ayetlerinde:

Kesin olan şudur ki, inananlar kurtuluşa erişeceklerdir. Onlar ki, salâtlarında alçak gönüllü bir duyarlılık içindedirler; onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler; arınmak için yapılması gerekeni yaparlar. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar; eşleri -yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar (eşleriyle olan ilişkilerinden dolayı) kınanmazlar; ama bu (sınırı) aşmak isteyenler, işte haddi aşanlar böyleleridir. Ve onlar ki, emanetlerine ve ahitlerine sadakat gösterirler, salâtlarını (tüm dünyevi kaygılardan) uzak tutarlar.  İşte varis olacak olanlar böyleleridir. Cennete varis olacak ve orada sonsuza kadar kalacak olanlar.

İlk anlaşılan zahiri manayı, ayetlerde özellikleri sayılanlara Allah'ın indinde başarı ve kurtuluşun olduğunu, huşunun, kendisinde hayır olmayan faydasız işten yüz çevirmenin, faydalı olan işleri yapması gerektiğinin, malının zekâtını vermesi gerektiğini, antlaşmalarında vefalı olması, sözlerinde sadık olması, zinaya yaklaşmama hususunda iffetli olması gerektiğini ve bu sayılan vasıfların tersini yapanların Allah'ın çizmiş olduğu sınırları çiğnemiş ve gazabını hak etmiş olduğunu bilmesi kendisi için yeterlidir. Bunlar hangi seviyeden, hangi dili konuşan milletten olursa olsun her mü'minin kolayca anlayacağı manalardır. Herkesin Kur'an'dan kendisini hayra yönlendirecek ve şerden uzaklaştıracak kadar bir şeyler alması mümkündür. Yüce Allah içinde olduğumuz her türlü zayıflığı bilerek, Kur'an'ı bizim hidayetimiz için indirmiştir. Kur'an'ı anlamada bundan daha yüksek bir mertebe vardır ki bu farz-ı kifayedir.

Tefsirin Mertebeleri ve Müfessirin Bilmesi Gereken İlimler

Tefsirin en düşük seviyesi: Bu kalpte, Allah'ın azametini ve her türlü noksanlıktan münezzeh olduğu inancını yerleştirecek, kişiyi şerden uzaklaştıracak ve hayra yönlendirecek kadar Kur'an'ın mücmel manalarını açıklamakla olur. İşte bizim herkes için kolay dediğimiz tefsir budur. “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?

Bunun dışında tefsirin bir üst mertebesi daha vardır ki; bu, şu beş alanda bilgi sahibi olmayı gerekli kılar.

Birincisi: Kur'an'da geçen müfred lafızların hakiki manalarını anlamaktır. Müfessir bu lafızlar hakkında falanın sözüyle, filanın anlayışıyla yetinmeksizin, dilcilerin kullanımlarına başvurarak bunu elde etmelidir. Çünkü lafızların çoğu nüzul zamanında birtakım manalara gelirken, yakın veya uzak bir zamanda başka başka anlamlarda kullanılır oldular. Mesela ‘Te'vil’ lafzı bunlardandır. Bu lafız mutlak ya da özel bir yönüyle tefsir anlamıyla meşhur olmuştur. Oysaki Kur'an'da başka anlamlarda da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu ayetinde olduğu gibi:

(İmdi), (inanmayanlar) o (Hesap Gününün) nihai anlamının açıklanmasından başka bir şey mi bekliyorlar? (Ne var ki), onun kesin anlamının açıklandığı Gün, onu vaktiyle umursamayan kimseler: İşin doğrusu, Rabbimizin elçileri bize gerçeği söylemişlerdi! Şimdi, bizden yana aracılık yapacak kayırıcılarımız yok mu bizim? Yahut, mümkün mü, (hayata) geri gönderilsek de edip eylediklerimizden başka türlü davransak? diyecekler. Gerçek şu ki, onlar (böyle diyerek yalnızca) kendilerini aldatmış olacaklar ve onların bütün (bu) boş hayalleri yıkılıp kendilerini yüzüstü bırakacak.” (A’raf: 53)

Buradaki te'vil ne anlama gelir? Bunu doğru şekilde anlamak isteyene düşen, Kur'an'da varid olmuş olanla, diğerlerinin arasını ayırabilmek için, toplumlarda sonradan ortaya çıkmış ıstılahları incelemektir.

Müfessirler çoğu kez Kur'an kelimelerini ilk üç asırdan sonra ortaya çıkmış ıstılahlarla tefsir etmiştir. Bu yüzden çalışmalarında titiz olan araştırmacı; Kur’ân'ı, lafızların nüzul döneminde kullanılan anlamlarını esas alarak tefsir etmelidir. Bunun en iyi yolu lafzın Kur'an'da tekrarlanan yerlerini bir araya getirip bunlara bakarak, lafzın anlamını Kur'an'ın kendisinden öğrenmesidir. Belki de lafız, hidayet lafzında ve diğerlerinde olduğu gibi birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bu sayede lafzın, geçtiği ayetin genel anlamıyla nasıl bir uyumu olduğunu ve söz konusu lafzın anlamlarından ayete en uygun olanını bilir. Şöyle söylemişlerdir: Kur'an'ın bir bölümü diğer bir bölümünü tefsir eder. Bir lafzın hakiki manasını öğrenmede en kuvvetli delil; lafzın manasının bağlama (siyak) uygunluğu, geçtiği pasajın genel anlamıyla örtüşmesi ve Kur'an'ın genel hedefleriyle uyum arz etmesidir. 

İkincisi: Üslup (belagat) ilmini bilmektir. Müfessirin Kur'an'ın yüksek edebi üsluplarını anlayabilecek kadar belagat ilmini bilmesi gerekir. Bu ise beliğ sözleri devamlı okumak, onlarla fazlaca hasır neşir olmak ve kelam sahibinin muradına önem göstermekle olur. Evet! Doğrusu biz Allah'ın muradını tam anlamıyla, mükemmel şekilde anlayabilecek bir seviyeye çıkamayız. Ancak takat ölçüsünce, kendisiyle hidayete ulaşacağımız kadar anlamamız mümkündür. Bu, i'rab ve belagat (meani ve beyan) ilmini bilmeyi gerektirir. Ancak bu teknik alanları sadece bilmek, meselelerini öğrenmek ve hükümlerini ezberlemek hedeflenen gayeye ulaştırmaz. Sizler Arapça kitaplarda, Arapların dil kuralları koyulmazdan önce de dili çok düzgün ve kurallara uygun konuştuklarını görürsünüz. Onların bu halini doğuştan kazanılmış bir haslet mi sanıyorsunuz? Kesinlikle hayır! Aksine bu duyma ve konuşmayla kazanılmış bir melekedir. İşte bu yüzden Arap nesli, Arap olmayan topluluklarla karıştıklarında dilde onlardan daha yabancı bir hale geldiler. Eğer bu doğuştan gelen bir kabiliyet olsaydı hicretten elli sene sonra bunu kaybetmezlerdi.

Üçüncüsü: İnsanlığı ve insanlık tarihini (Antropoloji) bilmesi gerekir. Allah (cc) kitabı indirmiş ve onu kitapların sonuncusu kılmıştır. Onda diğer kitaplarda açıklamadığı şeyleri açıklamıştır. İnsanlığın birçok hallerini ve tabiatını, insanlar için geçerli olan ilahî kanunları açıklamıştır. Bizlere geçmiş ümmetler hakkında en güzel kıssaları ve ilahî kanunlarla uyum arz eden hayat öykülerini anlatmıştır. Kur'an üzerinde araştırma yapan birinin o'nda, insanlığın durumu hakkında; geçirdiği dönemleri ve dönüşümleri, onların durumlarının kuvvet ve zayıflık, izzet ve zillet, ilim ve cehalet, iman ve küfür gibi muhtelif değişiklikler göstermesinin kaynaklarını dikkatlice incelemesi gerekir. Büyük kâinat hakkında da enine boyuna bilgi sahibi olması gerekir. Bu hususta birçok alanı bilmeye ihtiyaç vardır.

Ben birinin, Allah'ın şu ayetini: “Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki, bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu (vahy)in tevdi edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, insanları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, (ulaşmak) isteyeni doğru yola ulaştırır. (Bakara: 213) insanlığın durumunu, nasıl bir araya gelip nasıl ayrıldıklarını, üzerinde bulunmuş oldukları birliğin anlamını, bunun onlara zararlımı yoksa yararlımı olduğunu ve peygamberler gönderilmiş olmasının onlara ne gibi etkileri olduğunu bilmeden, nasıl tefsir edebileceğini aklım almıyor. Kur'an geçmiş ümmetler, ilahî kanunlar, Allah'ın yerdeki ve gökteki, afakta (dışta) ve enfüsteki (içte) ayetleri hakkında özet bilgiler sunmuştur. Bu kısa ve özet bilgiler her şeyi ilmiyle kuşatan Yüce Allah'tan sadır olmuştur. O bu özet bilgilerle yetinmeksizin, bizleri olgunlaştıracak ve geliştirecek olan ayrıntılarını anlamamız için,  incelemeyi, tefekkür etmeyi ve yeryüzünde dolaşmayı emretti. Eğer bizler varlık ilmi hakkında zahiri bir bakış açısıyla yetinecek olursak, tıpkı bir kitabın içermiş olduğu bilgi ve hikmete değil de, cildinin rengine itibar eden kişi gibi oluruz.  

Dördüncüsü: Tüm insanlığın hidayetinin, (doğru yolu bulabilmesinin) ancak Kur'an'la mümkün olduğunu bilmesi gerekir. Bu yüzden farz-ı kifaye olan bu işe kalkışan müfessirin Hz. Peygamber döneminde Arap olan ve olmayan insanların ne hal üzere olduklarını bilmesi gerekir. Çünkü Kur'an, vahiy nazil olmazdan önce tüm insanların sapkınlık ve delalet içinde olduklarını, Hz. Peygamber'in Kur'an'la, onların hidayeti ve saadetleri için gönderilmiş olduğunu duyurur. Müfessir, ayetlerin olumsuzladığı o dönem insanının kötü adet ve geleneklerinin gerçek manasını veya ona yakın anlamını, onların hallerini ve ne durum üzere olduklarını bilmeden nasıl anlayabilir? Müfessir, İslâm dininin davetçisi ve savunucusu olan müfessirlerin, başkalarını taklitle söyledikleri; “İnsanlar batıl üzereydiler ve Kur'an onların batıllarını tümüyle çürüttü” sözünü taklit etmekle yetinebilir mi? Kesinlikle hayır! Şimdi ben diyorum ki: Rivayet edildiği üzere Hz. Ömer şöyle söyledi: “Her ne zaman İslâm'da, cahiliyeti bilmeyenler yetişirse, İslâm'ın bağları düğüm düğüm çözülür.” Bu sözden maksat şudur: Her kim İslâmî bir muhitte, kendinden önce yaşamış insanların durumu hakkında bilgi sahibi olmaksızın yetişirse, İslâm'ın, o insanların hidayete ermelerindeki tesirini, Allah'ın, İslâm'ı, insanlığın hallerini değiştiren ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir din kılarak inayet etmiş olmasını anlayamaz. Evet, her kim bundan habersiz olursa, İslâm'ı (değiştirici etkisi açısından) sıradan bir şey sanır. Tıpkı senin, müreffeh ve sıhhî bir ortamda yetişmiş bazılarının, temizlik ve misvak kullanma hususunda titiz ve ısrarcı davranmayı, hiçbir faydası olmayan, anlamsız işlerden saydıklarını gördüğün gibi. Çünkü bu onların hayatlarının vazgeçilmezlerindendir. Eğer onlar, toplumun farklı kesimlerini gözlemleyecek olsalar, bu işlerdeki hikmeti ve bu adab kurallarının tesirinin nereden geldiğini bilirlerdi.

Beşincisi: Hz. Peygamber ve ashabının, ilmî, amelî ve davranış olarak dünyevî ve uhrevî işlerde ne gibi bir hal üzere olduklarını bilmesi gerekir.

Tüm bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur: Tefsir iki çeşittir.

A. Allah'tan (cc) ve kitabından uzaklaştıran, donuk tefsirdir. Bununla, lafızların dilsel çözümlemesi, cümlelerin i'rabı ve bunların ortaya çıkardığı teknik, dilsel inceliklerin açıklanması amaçlanır. Bunun tefsir olarak isimlendirilmesi uygun değildir. Bu olsa olsa nahiv, meani ve bu ikisine benzer alanlarda yapılan alıştırmalardır.

B. Bizim (başından beri) sözünü ettiğimiz, Müslümanlar üzerine, yapılması farz-ı kifaye olan tefsirdir. Bu tefsir, hedeflenen gaye doğrultusunda kullanılabilmesi için yukarıda saydığımız şartları bünyesinde toplar. Bu aynı zamanda müfessirin, Allah'ın Kur'an için yaptığı sıfatlamaların (huden ve rahmeten) hidayet ve rahmet ve benzeri… gerçekleşmesi için Allah'ın sözünden muradın ne olduğunu, inanç esaslarının ve hükümlerin yasalaştırılmasının hikmetini, ruhları cezbedecek, onları amel etmeye ve Kur'an'da sözü edilen hidayete sürükleyecek biçimde anlamaya götürmesidir. Sayılan tüm bu şartlar ve teknik ilimlerin bilinmesinin ardındaki hakiki gaye, Kur'an'la hidayete ermektir. Üstad İmam (Muhammed Abduh) şöyle söyledi: İşte benim tefsir okumalarında gözettiğim hedef budur.

Şimdi ben diyorum ki: Kur'an, Allah'ın, (cc) hak dini İslâm üzerindeki en önemli hüccetidir. İslâm’ın varlığını sürdürebilmesi, Kur'an'ın sahih bir şekilde anlaşılmasına, Kur'an'ın anlaşılması da Arap dilinin hayatiyetini devam ettirebilmesine bağlıdır. Eğer İslâm, bazı Arap olmayan ülkelerde hala var olabiliyorsa, bu o bölgelerde Kur'an'a yönelik şüpheleri giderecek kadar tefsir bilgisine sahip âlimlerin varlığı, insanların onlara hala güveniyor oluşu ve onların İslâm hakkındaki sözlerini taklitle de olsa tekrarlıyor oluşları veya diğer dinlere mensup misyonerler tarafından Kur'an'a yönelik şüphelerin ortaya atılmamış olmasındandır.

Tüm bunlarla birlikte, doğal yolla elde edilen ilimde, süreklilik olarak isimlendirilen prensip kabilinden tevarüs ve taklidin etkisiyledir. İşte bu yüzden Arap veya Arap olmayan İslâm âlimleri, Arap dilinin korunması ve yaygınlaştırılması gerekliliği üzerinde ittifak etmiştir. Arap dilinin hayatiyetini koruduğu dönemlerde, ilim ve din zirvesinin doruğuna ulaşmıştı. İslâm'a giren herkes, tüm Müslümanlarla kardeş olduğu, ümmetinin ne Arap, ne Farisî, ne Kıpti, ne de Türk… olmadığı, ümmetinin İslâm ümmeti olduğu şuurunu taşırdı. Allah'ın (cc) şu ayetinde olduğu gibi: “İşte şu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde bana kulluk, ibadet edin.” (Enbiya: 92)

Çok açık bir gerçektir ki; bir ümmetin birliği, dil birliği olmadan tamamlanamaz. Müslümanları bir araya getirecek ve birbirlerine bağlayacak olan tek dil, Allah'ın nimetiyle onları kardeşler kılan İslâm dininin dilidir. Bu ise, yalnızca Arap ırkına mahsus olmayan Arap dilidir. Nesepleri ve yaşadıkları coğrafyaları farklı Müslümanlara bakarsak bu gerçeği görebiliriz.  

Bundan dolayı, Arap olmayan Müslümanlar, Arap diline hizmet etmek için Arap Müslümanlar gibi, onlardan farksız çalışıyor ve Arapçayı kendi dilleri sayıyorlardı. Çünkü bu dil, Kur'an'ın dili ve hüccetinin üzerine bina edildiği en sağlam dayanağıdır. Onlarda, Araplardan farksız olarak Kur'an ümmetindendirler. Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.”(Hucurat: 13)

Beyhakî ve İbn Merdeveyh'in kitaplarında geçen Cabir'den (ra) rivayet edilen bir hadiste teşrik günlerinin ortalarında gerçekleşmiş olan veda hutbesinde, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdular:

Ey İnsanlar dikkatlice dinleyin! Muhakkak ki hepinizin rabbi birdir. Arabın, acem, acemin arab üzerinde, siyahın kızıl(beyaza), kızılın siyah üzerinde takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Allah indinde en üstün olanınız, ona karşı en fazla sorumluluğunun bilincinde olandır. Dikkatlice dinlediniz mi, tebliğ ettim mi?” Böyle sorunca orada bulunanlar hep bir ağızdan; “Evet, ey Allah'ın Rasulü!” dediler. “O halde, söylediklerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara ulaştırsın…” dedi.

Müslümanlar arasında Arap dilinin zayıflamasıyla, ilim ve dinde de zayıflama görülmüş bunun akabinde İslâm'ın şiddetle yasakladığı ve haram kıldığı cahiliye ırkçılığı ortaya çıkmıştır. Öyle ki; bu son senelerde Arap olmayan bir takım kimseler, İslâm dininin kendine has bir dili yoktur zannına kapılarak halklarını, Kur'an'ı kendi dillerinde tercüme edip bununla yetinmeye ve Arapça Kur'an'ı terk etmeye çağırıyorlar. Onlardan bazıları Arap diline nefrette çok aşırıya gittiler ve halkının Müslümanlarını, ezan, namaz ve hutbe gibi ibadetleri kendi dillerinde eda etmeye davet ettiler. Hâlbuki bu İslâmi şiarların, İslâm dininin dili Arapçayla yapılması üzerinde günümüze dek Müslümanlar arasında görüş birliği vardır. İlim ve dindeki bu zayıflamanın sonucu olarak, Arap olmayan Müslümanların yaşadığı ülkelerde,  bazı Müslümanlar Hıristiyan misyonerlerin Kur'an hakkında şüphe uyandırmak için ortaya attıkları sorular ve karalama kampanyaları sebebiyle İslâm'dan irtidat etmeye başladılar. Nerede Kur'an'ı anlayan ve orada ona yönelik şüpheleri giderecek kimseler?

Allah (cc) Kur'an'ı tedebbür edip, ondan ibret almamızı, ondan öğüt alıp, onunla hidayet bulmamızı, namazımızda söylediğimiz ayetlerinin ve uyarılarının ne anlama geldiğini bilmemizi bizlere emretmiş ve bu meseleleri birçok ayetinde vurgulamıştır. Bunlara bağlanmak ve amel etmek ancak fasih Arapçayı anlamakla olur. Bir farzın tam olarak yerine getirilebilmesinin kendisine bağlı olduğu şeyin kendisini yapmakta farzdır. Allah (cc) Kur'an'ı insanlık için mu'ciz bir kitap kıldı. Onun bu icazının, onların üzerine hüccet olabilmesi ancak onu anlamakla olur. Onu anlamak ise ancak fasih Arapçayı anlamakla olur. İşte bu yüzden, Arapçayı bilmek İslâm dininin zorunluluklarındandır. Biz tüm Müslümanları Kur'an'a davet etmekle beraber, Arapça öğrenmeye davet ediyoruz. Biz kesin kez inanıyoruz ki; Müslümanları zayıflatan ve ellerindeki geniş mülkü kaybetmelerine sebep olan şey, Kur'an'ın hidayetinden yüz çevirmiş olmalarıdır. Kaybettikleri izzet, siyasal iktidar ve üstünlüğün tekrar onlara dönebilmesiyse, ancak Kur'an'ın hidayetine dönmeleri ve onun ipine sıkıca sarılmalarıyla olur. Bunu ilgili ayeti kerimelerin tefsirinde açık bir şekilde gördükleri gibi… Bu ise ancak Kur'an'ın dilini ihya etmenin gerekliliği üzerinde birleşmeleriyle tamamlanacak bir husustur. İşte bu yüzden, Kur'an'a çağrı aynı zamanda, Arapçaya çağrıdır. 

Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ey Müminler! Sizi manevi yönden diriltecek işlere çağırdıklarında Allah'ın ve elçisinin her çağrısına ''Baş üstüne!'' diye karşılık verin! Bilesiniz ki Allah, insanın kendinden bile gizlemeye çalıştığı duyguları bilir; gönüldeki duygu ve düşüncelere müdahale eder. Unutmayın ki hesap vermek üzere O'nun huzuruna çıkarılacaksınız! (Toplumda iman ve ahlâk düzeninin bozulması gibi her türlü) fitneye karşı son derece uyanık ve duyarlı olun! Zira bunun zararı, içinizden sadece kötülük peşinde koşanlara dokunmaz. Bilin ki Allah'ın cezalandırması çok şiddetlidir! Ey Müminler! Mekke'de zayıf ve güçsüz bir azınlık olarak yaşadığınız, müşrik ahalinin sizi ortadan kaldıracak olmasından derin endişe duyduğunuz günleri hatırlayın! Yine hatırlayın ki Allah sizi yer yurt sahibi yaptı; yardımıyla sizi güçlendirdi ve geçiminiz için size çok güzel nimetler bahşetti. İşte bütün bu lütuf ve nimetlere karşılık sizden de tam bir teslimiyet ve itaat üzere hareketinizle minnettarlık göstermeniz beklenir.” (Enfal: 24-26)

Nimetlerin devamı şükretmekle olur. Nimetlere karşı nankörlük ise cezalandırılma sebebidir. İşte bu yüzden yüce Allah (cc) kitabının başında bizlere, şükreden kullardan, nimetlendirilmiş olanların yoluna bizi hidayet etmesini istememizi öğretmiştir. İşte bizde, Rahman ve Rahim Allah'ın (cc) yardımıyla hedeflediğimiz gaye ile (Kur'an tefsirine) başlıyoruz…

 

* Bu metin Mısırlı alim Reşid Rıza tarafından, hocası Muhammed Abduh'un derslerinde tuttuğu notlar esas alınarak kaleme alınan Menar Tefsiri’nin Mukaddime (Giriş) kısmıdır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ