İslam ve Edebiyat Üzerine - rahle.org

İslam ve Edebiyat Üzerine - rahle.org

İslam ve Edebiyat Üzerine


Facebookta Paylaş
Tweetle

Tarık Tufan 

 

Rahle: Bismillah diyelim söz başında… İlk sorumuz şu olacak: Tarık Tufan kimdir? Ama bu soruyu teknik anlamda değil de, hayata karşı kendinizi nasıl tanımladığınız ve onu ne şekilde anlamlandırdığınız ile alakalı olarak sormak istiyorum.

Tarık Tufan: İnsanın kendisini tanımlaması çok kolay değildir; açıkçası bunu birkaç cümle ile anlatmak da mümkün değil… Tüm insanlar hayatı, ölümü, nefesi yaratan ile bir şekilde ilişki kuruyorlar. Bu ilişki kimi zaman bizatihi varlık sebebini reddetme ilişkisi olsa da biz, yaratıcıyı bir nebze de olsun anlama, onu sezme ilişkisi kurmaya çalışıyoruz. Ben de hayatımda kimi zaman bu farkındalığı hissediyorum. Kendi varlık sebebime yaklaştığım dönemlerim oluyor; bazen de dehşet biçimde uzaklaştığımı hissediyorum. İşte hayatım bu ikisi arasında salınıp gidip geliyor. Bir şeyi yakalamaya çalışıyorum: İyilik ve kötülük arasında acaba bir samimiyet bulabilir miyim? Bir içtenlik kurabilir miyim kendi hayatımda?

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde: “Din samimiyettir.” diyor. Yani samimiyet insanı bir yerden alıp bir yere taşıyabiliyor, diye düşünüyorum, sonu ne olursa olsun. Bu içtenlik, bulaşmış olduğumuz kötülükler içersinde de olsa, kafamızı yerden kaldıracak kadar cesaretimizi arttırabilir, ahirette, hesap gününde... Benim bütün hayatımı konum-landırmaya çalışırken elimde tutabildiğim, ayağımı üzerine bastığım toprağın temeli biraz da burada: İçtenlik ve samimiyette.

Rahle: Sizin birçok farklı yönünüz var; sinema, düşünce, felsefe, vs. Ama şimdi edebiyatçı yönünüz üzerine sormak istiyorum: Bir Tarık Tufan nasıl yetişir? Yani bir genci, örneğin; “başucu kitabım” diyecek kadar derinden etkileyen bir eser yazabilen, yazdıkları konuşulan biri, başlangıç sürecinde neler yaptı da şimdi böyle bir noktaya gelebildi acaba?

Tarık Tufan: Bir sebep sonuç ilişkisi kurmakta güçlük çekiyorum doğrusu. Ama bir genç arkadaşım benimle ilgili böyle bir ifade kullandığında karnımda ağrı hissediyorum aslında. Çünkü birden senin dünyanda ifade ettiği anlamın ötesinde bir başkasının dünyasında bir başucu statüsünde anlam ve değer ifade ettiğini görünce birden kanım duruyor. Aslında yazdığım her bir cümle tek bir kişinin hayatında bile olsa böyle bir etki uyandırabilir; bunu yazarken fark etmek gerekir. Ama bunu ifade ettiklerinde, bunun önemini, ciddiyetini daha bir fark ediyorsun. Benim yazdığım şeyler, belki de, bizim kuşağın ya da bizimle ortak hayat algıları olan, aynı mahallede yetiştiğimiz, bir biçimde bizim mahallede oturan kimseler oldukları için hoşlarına gidiyordur, diye düşünüyorum. Yani aynı kimseleri gördüğümüz, aynı olaylara tanık olduğumuz için okuyor olabilirler.

Diğer taraftan, ben hiçbir zaman birileri benim yazdıklarımı okusun da etkilensin, büyük etkiler uyandırsın diye bir şeyler yazmıyorum. Artistik kurgular içinde değilim yani, böyle bir amacım yok. Sadece anlatacak şeylerim var ve bu anlatacak şeylere kendim inanıyorum en başta. Bunların hakikate yakın olup olması başka bir yana ama yazdığım her şeye derinden inanıyorum; öyle yazıyorum. Dolayısıyla bu inancı bir biçimde harekete geçirebiliyorsa yazdıklarım, karşımdaki işte böyle cümleler kuruyor, “baç ucu kitabım” diyebiliyor…

Rahle: Yazı yazan kimseler genellikle yazdıkları ile bir hedef gözetirler. Yani kendi iç dünyaları için de gözetirler bunu, okuyucu için de... Sizin bu manada dışarıya yönelik olarak vermek istediğiniz bir mesajınız var mı acaba? Yani okuyucunun hayatına şunu da katayım, şunu da öğrensin diye gözettiğiniz bir şeyler?

Tarık Tufan: Doğrusu ben işin o tarafına pek geçemedim. Anlatmak gereken bir şey var; benim aklımı, kalbimi kurcalayan bir şeyler var. Ve onu bir biçimde açığa çıkarmam lazım. Yani bir yara var içimde, bu yarayı örten bir şeyler var; işte yazarak aslında bu yarayı açığa çıkardığımı düşünüyorum. Çabuk iyileşsin diye belki de… Ama bu o kadar kendimle ilgili ki, karşımdaki insanların o cümlelerden, o kitaplardan nasıl etkileneceğini, nelere yol açacağını, nasıl değişikliklere gideceğini… Yani işin o tarafına hiç bakamıyorum. Önceliğim bendeki yükü atmak, o yarayı göstermek aslına bakılırsa. İnsan, kendinde ağırlık yapan şeyi birine anlatınca rahatlar ya, onun gibi.

Her insan anlatmak ister. Öyle ki dünyada hikâyesini anlatabilecek tek varlık insandır. Dolayısıyla insan oluşumuz doğal olarak bir hikâye anlatabilecek oluşumuzu da ifade ediyor. İnsan olmak, kendi hikâyesini anlatabilmek demek, bir taraftan da… Allah’ın Âdem’e eşyanın ismini öğrettiğinden bu yana biz insanın hikâyesini dinliyoruz, onun anlattıklarını…

Rahle: Türkiye’de İslamî Edebiyat diye ayrıca bir sahadan söz etmek mümkün müdür acaba? Yani edebiyatı kategorize etsek mesela… Böyle bir kullanım ne derece doğru olur sizce?

Tarık Tufan: Böyle bir şeyden söz etmek mümkün değil bana kalırsa. Aslında İslamî nokta nokta herhangi bir şeyden bahsetmek de mümkün değil bana kalırsa. Böyle bir sınıflama, pek çok açıdan sorunlu alanlar oluşturuyor. Bu tanımlamalardan ısrarla kaçmak gerekir bence. Şöyle ki İslamî parti diye bir şey olabilir mi? Yahut İslamî banka, İslamî eğlence diye bir şey olabilir mi? Hayatın pek çok sahasını düşünelim… Bu tip tanımlamalar yeni problemler doğuruyor bence. Müslümanların eğlencesi vardır, Müslümanların eğlencesi, ekonomisi vardır, ama İslamîlik kavramını başa getirince doğal olarak bunun İslam’ın temel kaynaklarından neş’et etmiş, öze dair bir şeyden söz ediyor olmamız gerekir. Oysa pek çoğu Modern durumlardır. Kulağımıza ilk geldiğinde kullanışlı gibi dursa da o kavramı kullanırken farkına varmadığımız başka problem alanları doğuracaktır. Ben bu sebeple bu tip kullanımlardan sürekli kaçınıyorum. Örneğin; Cahit Zarifoğlu İslamî Edebiyat yapmaz, Müslüman bir edebiyatçıdır o, iyisiyle kötüsüyle… Bunu başka türlü tanımlamamıza gerek yok bence.

Rahle: Peki Müslüman bir edebiyatçıyı diğerlerinden ayıran nokta neresidir? dil mi, argo mu, müstehcenlik mi? Bambaşka bir şeyler mi?

Tarık Tufan: Yine Cahit Zarifoğlu’ndan şiirinden devam edelim. Mesela onun şiirlerinde kadın olmak, erkek olmak ve aşk gibi durumlardan bahseden pek çok dizesi vardır. Fakat Zarifoğlu bu durumları tanımlarken duygu ve düşünüş dünyasını belirleyen dile sadık kalarak bunu yapar. Bir şeyi sömürmez, teşhirci değildir, bir ahlak gözetir, bu meselelerin her biri hakkında konuşmuştur, fakat kendi dilini kurabildiği için başarılı bir edebiyatçıdır. Biz onu okurken üslup sahibi Müslüman bir şair olmasından mütevellit hiçbir zaman cinselliğin kullanıldığı hissine kapılmayız. Farkı yaratan şey işte o kullandığınız dilden kaynaklanıyor. Bana göre böyle bir dili, üslubu tutturan kişi her şeyi anlatabilir. Mesela argo da kullanabilir, bu sokağın dili çünkü. Yani bir gerçekliğe işaret ettiğini anlıyoruz, başka bir niyet de aramıyoruz burada.

Rahle: Sizden önceki kuşak ile şimdi sizin hitap ettiğiniz kuşak arasında ciddi bir dil farkı görüyor musunuz acaba?

Tarık Tufan: Şüphesiz yani… Zaman geçtikçe kullandığımız dilin, o dildeki kavramların, o kavramların ifade ettiği anlamların daraldığını görüyoruz. Sezai Karakoç’un, Cemil Meriç’in kullandığı dilin ve dilin karşılık geldiği anlam dünyası, bugünün dünyasına kıyasla oldukça farklı.

Rahle: Müslüman edebiyatçı bu noktaya dikkat etmeli midir peki?

Tarık Tufan: Bence etmelidir tabi ki. Bir dilin imkânları ne kadar genişlerse tanımladığı dünyayı gerçeğe o kadar yakın tanımlayacaktır. Geleneksel İslam âlimlerinin metinlerine baktığımızda oradaki kavrayışın ne kadar derin olduğunu görüyoruz. Güçlü felsefe ve edebiyat metinlerinde dilin o zihne açtığı imkân çok net, açıktır. Bunu batılı düşünürler de ifade eder. Wittgenstein örneğin; düşünmenin sınırlarını belirleyen dilin insana ne kadar geniş bir evren açabileceğinden söz eder sürekli. Tractatus diye bir kitabı vardır; bu mesele üzerinedir neredeyse. Heidegger diye çok önemli bir başka Avrupalı düşünür, dil varlığın evidir der. Yani dil varlık ilişkisi, doğal olarak size varlığın hakikatine ulaşmak noktasında büyük imkânlar açar ya da daraltır.

Dolayısıyla Müslüman edebiyatçılar, düşünürler, sanatçılar dilin hızla daralmasına karşı mutlak suretle kendi geleneksel metinlerinden yararlanarak o kavram dünyasının peşine düşmelidirler diye düşünüyorum. Mesela Filibeli Ahmet Hilmi’nin Ahmak-ı Hayal adlı eseri, önemli bir tasavvufî, edebî ve felsefe metnidir. Çünkü üslubu ve dili açısından çok geniş bir dünya tasavvuru önümüze açar. Bizim geleneğimizde bu tür metinlerin sayısı da fazladır. Ama ne yazık ki buna vukufiyetimizde önemli sorunlar var.

Rahle: Bu dili şimdi siz kullansanız anlaşılmamaktan korkar mısınız?

Tarık Tufan: Vallahi, anlaşılmayı bu kadar büyütmemek, öncelememek gerekir. Şöyle söyleyeyim; hiç şüphesiz herkes anlaşılmak ister fakat sadece anlaşılmak kaygısıyla bir hakikatin eksik temsiline de hapsetmemeliyiz kendimizi. Bütün sanatçılarımız, düşünürlerimiz, edebiyatçılarımız ille de kolay anlaşılır ve kolay tüketebilir şeyler yapmak üzere kendi hakikatlerini daralt-mamalıdırlar diye düşünüyorum. Oysa sanat, edebiyat ve felsefe ürünleri doğası itibariyle kolay tüketilebilen şeyler değillerdir. Modern dünyanın, popüler kültürün kolay tüketilebilir şeyler üretmesinin temel amacı da budur. Yani satış değerini arttırmak, çok dolaşıma sokmaktır.

Düşünce ile daha derin ilişkiler, irtibatlar kurmak istiyorsanız, felsefe, sanat ve edebiyat ile muhatap oluyorsanız, bu alanların kendinden menkul değerlerini kabul etmek ve kendinizi yormak zorundasınız. Kendinizi yormadan bunların takipçisi olamazsınız. Kendinizi hiç yormadan okuduğunuz, takip ettiğiniz şeyler ise popüler kültürün ürünleridir. Best-seller bir kitap alırsınız elinize, bir çırpıda okur ve kalkarsınız. Çünkü kapitalizmde esas olan şey çabuk ve hızlı tüketmektir. Oysa edebiyatın, sanatın, felsefenin temel anlamı insanı durup düşünmeye sevk etmektir. İnsanı uykusuz bir geceye taşıyabilmektir. Onun bir yarasına dokunup o sızıyı tüm gece hissetmesini sağlamaktır. Buna talip olmazsanız zaten siz edebiyatın, sanatın ve felsefenin takipçisi olamayacaksınız demektir. O zaman bir müşteri olmayı kabul etmişsiniz demektir.

Rahle: Edebiyat ile ilgilenen kimseler İslam davasının ya da dava adamlığının neresinde duruyor? Biri diğerini reddedecek bir görünümde midir? Aralarında nasıl bir ilişki vardır?

Tarık Tufan: Türkiye’nin yakın tarih İslamcılık’ı dava adamı olmak durumunu edebiyat, sanat ve felsefe gibi uğraşılardan olabildiğince uzak durup aktüel politika ya da katı ideolojik algı ile hayatını sürdürmeyi kabul etti. Yakın tarih İslamcılığın zihnindeki dava adamı, aktüel siyaseti takip eden, politik tutumları ve ideolojik aideti öne çıkaran adam modelidir. Dava adamlığını böyle bir alana hapsetmek, sözünü ettiğimiz davanın hayata ve insana dair pek çok odasına kilit vurmak demektir. Oysa esas olan davayı bir biçimde incelikli -ki edebiyat, sanat bu inceliği taşır- ve derinlikli cümleler ile savunmaktır. Bu alanlarla uğraşan insanlar ne yazık ki pek muteber adamlar olarak görülmedi. Oysa bu adamların verdiği kavgalar çok daha büyük kavgalar, ödediği bedeller çok daha büyük olabilir.

Örneğin Cahit Zarifoğlu büyük bir dava adamıdır. Dava adamlığı onun bu kadar güçlü bir şiir damarına, diline ulaşmasına engel olmadı. Yine de o dönemin dava adamları onu gereksiz bir uğraşı içersinde olmakla itham ediyorlardı. Fakat Zarifoğlu tek bir dizesi ile belki pek çok dava adamı olarak dolaşan adamın yapamadığını yapmış bir dava adamıdır.

Rahle: Son olarak; biraz felsefî olacak ama Türkiye’de yeterli seviyede düşünce üretiliyor mu sizce? Ve ayrıca, size göre düşünmenin nihaî hedefi nedir?

Tarık Tufan: Türkiye’de düşünen adamlar bir şeye taraf olmanın, bir düşüncenin peşinde olmanın her daim hesabını ödediler. Ne yazık ki bu ülkede düşünen adam olmak iyi bir şey olarak algılanmadı. Düşünen pek çok adam bunun hesabını cezaevlerinde ödediler, hayatlarına mal olarak ödediler. Düşünen insanlar statü sahibi egemenler için sorunlu adamlardır. Düşünmeye başladığınız andan itibaren, eleştirel bir zihinle, hayatta pek çok şeyin olması gereken yerde olmadığını fark edersiniz. Dolayısıyla düşünen adam potansiyel olarak politik, dinî yahut ekonomik tüm egemenler için bir risktir. Çünkü düşünmek kendi başına kıymetli bir şeydir. Düşünebilmek insanın bizatihi özüne karşılık gelen bir eylemdir. İnsan düşünür, düşünen insandır. Düşünce bizatihi insan oluş durumunun sürekliliği ile ilgili bir şeydir. Bundan öteye bir şey söylemeye gerek yok.

Düşünce sahibi olmak bir yük omuzlamaktır. Çünkü insana bir yük verildi; var oluşuyla birlikte insan omuzlarına bir ağır yükü omuzladı. Dağların kabul etmediği bir yükü omuzladı insan. Düşünmek bu yükün farkında olmaktır. Omzunuzdaki yük ile hem hal olmaktır; bir temas, bir ilişki kurmaktır. Düşünürseniz bu yük ağırlaşır, düşünmezseniz ise bu yükten habersiz olursunuz. Dolayısıyla düşünmek, insanın yükünü arttıran ya da yüklendiği şeyin farkına vardıran bir şeydir. O sebeple az insan düşünüyor, az insan bu yükün altında olduğunu fark etmek istiyor. Düşünmenin nihaî hedefi işte o farkına varma halidir, hakikate yakın olma halidir. Hakikatin kendinden menkul değerinden nasiplenmektir.

Rahle: Sizi de yorduk, Allah razı olsun, konuştuklarımız faydalı olur inşallah. Çok teşekkür ederiz.

Tarık Tufan: Estağfurullah, ben teşekkür ederim.

 

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ